Katkıda bulunanlar

Pazar, Mart 25, 2012

Hareketin Sırrı

kadehini masaya usulca bırakan babam bilmiyor, bu dünyanın yükü nasıl taşınır. dünya dediysem, tek dünya yok bu evrende. herkes bir atlas olmuş, kendi dünyasını omuzlamış. okyanuslar taşıyor omuzlarımızın üzerinden, sırtımıza doğru, terle karışık...

bu evrende herkesin bir yeri var, herkes o yeri arıyor. yoksa neden dönüp dursun gezegenler, galaksiler? buldukları anda duracaklar. o anın adı belki huzur olacak, belki de kıyamet. aramayı bıraktığında, sırtındaki dünyasını indirip sırtını verdiğinde o dünyaya, ya huzurunu bulmuş olacak insanoğlu ya da kıyametini seyre dalacak.

ineceği durağı bilir insan. trene binerken bilir. en cazip geleni, tam aksi. bir kere de olsa ineceği yeri düşünmeden vagona adım atmak düşüncesi, ekşi bir elmanın ilk ısırığındaki kamaşmayı yaşatıyor. o elmanın ilk ısırığı büyük bir günahın da ilk adımı olmalı. damla damla biriktirdiğimiz hayatımızın yıkımı demek çünkü. kim bu gölü dinamitleyecek? balık avlamak için koca bir gölü uçurmaya ne gerek var? bunları soruyorum ilk adımımı atarken, vagonun pas kokusunu duyarken. bir yere gitmek için bir şeyin içine girmek gerekiyormuş, hiç olmazsa bir şeyin şeklini almak... paslı da olsa, vagon vagondur. ilk adımı atarken ödenmesi gereken bedeller varmış. pahalı da olsa bedel bedeldir...

Cumartesi, Eylül 10, 2011

Duruyorum

Bir ay içinde bu kadar gerileyebildiğim için kendimi tebrik ederim. Ben çok salak saçma hayaller kuruyor olmalıyım. Gerçek bir maymun iştahı ile karşı karşıyayız. Beynimin üzerine öyle bir sis çöktü ki kalkması için bana ne lazım, bilmiyorum. Duruyorum resmen. Siste bir yerlere çarpmamak için, duruyorum.

süreç

Karalarımdaki trajedi bulutu negatif elektrikle yükleniyor. Delirme emareleri arandığını da hissediyorum. İçe kapanıklık mutlaka bir soruna işaret ediyor. Bazı ağaçlar ayakta ölürler, bazı kanser türleri neredeyse hiç belirti vermez ve bazı insanlar da herkesin içinde yalnızdırlar.

Benim peşime düşenler var, sessizliğimi bir şeylere yoranlar. Ben dertlendikçe dertlenenler var ve ben bazen onların bana birkaç adım atmasını isterken onlar çoktan benim peşimde yollarını yitirmişler. N'nin bana destek olmasını isterken ona öyle bir yıkım hediye ettim ki, ne yapacağını bilemiyor. Bana da bayrak açamadı, açamıyor. Öyle bir ikileme soktum ki onu, ne benim kararlarıma karşı durabiliyor, ne de atacağım adımların toz duman edeceği hayatımıza dair mantıklı planlar, hazırlıklar, yığınaklar yapabiliyor. Tanrı biliyor ya, öyle bir durum yarattım ki, maddi dünyanın tüm sıkıntılarını yükleyiverdim onun sırtına. Gelecek zaten belirsizken, güvensizken şimdiki durum içinden daha da çıkılmaz bir karanlığa götürecek bizi. Burada, bizi bir arada tutan maneviyatın da yıpranacağını görmemek imkansız. En büyük bağlılıkların bile ayaklarımız altındaki dünyayla yaşamsal bir bağı vardır. Bu bağı kopartmak demek, hem de ellerimizle, işte bu bazen yapılacak en büyük hatadır.

İşin garibi, böyle bir hatayı otuz yaşından sonra yapmanın hiçbir rasyonel açıklaması da yoktur. Benim kendime dair iddia ettiğim, şu meşhur “zihnim daha yeni açılıyor, şu olgunluk ne güzel şey yahu” tezimin yapılabilecek en keskin ve acımasız bir şekilde çürütülmesi de yine bana mı kalacaktır? İnsan en çok kendini yerden yere vurur. Bazen doğumundan beri vurur, bazen sadece bir an, bazen son nefesini verirken... ama eğer yapacaksa, bunu en iyi, en etkili ve -tekrar ve vurgulayarak- en acımasız şekilde kendisi yapar. Yaptıktan sonra kimseye bir faydası yok. Kaybedilmişlileri telafi etme şansı yok. Kırdıklarını onarma şansı yok. Sadece “ama ben bunu yapmak istiyordum, hayallerimin peşinden gittim” savunusunu savurur. Böyle bir egoistliğin de insan aleminde yeri mutlaka vardır, çok eski bir gelenekten gelir. İnsanın kötü doğası, ya da insan doğasının kötü tarafları vardır. Satırların yazarı da baltanın çokça girdiği ama budandıkça daha gür çıkan bu doğa parçasında önünü açmaya çalışmaktadır. Çalıştıkça, geride bıraktığı en yakın vaha ile bağlantısının kopacağını bilmektedir. Ve tam da bugünlerde yönünü doğuya çevirip insanın kabullenici, kolaycı, kaypak doğasına yönelmesi de olasıdır. Etrafındaki bir elin parmalarını geçmeyecek sayıdaki insan ile irtibatını kesmiştir artık, onların söyleyeceklerini dinlemiş, onlara söyleyeceklerini söylemiştir. Bundan sonra olacaklar bir süreç meselesidir. Süreç ilerleyecek, işler belli bir raddeye gelecek, ondan sonra da karar verilecektir. Şimdi M, belirsizliğin besleyip korkuların büyüttüğü domuz kuyruklu, açılabileceği kadar açılmış gözleriyle ve etrafına ezercesine bakarak doğan bir çocuğu evlatlık vermenin veya bağrına basmanın zorunluluğunun yaklaştığı o sürecin ilk adımlarını atmaktadır.

Bir de şu gerçek var ki, bir mucizenin yaşanmasına bağlanan umut, gece uyuyabilmenin ilaçlarından birisidir. Ne de olsa sabah yine aynı kabusa uyanılacağından, bari geceyi huzurlu geçirmek gerekir.

Salı, Eylül 06, 2011

merak

Y'nin son bir ayda olan bitene bir anlam vermeye çalıştığına eminim. belki bana direk sormuştur, ya da laf arasında şaka ile karışık kurcalamıştır beni. iki türlüsünü de hatırlamıyorum. sadece tarihleri, isimleri, yüzleri hatırlayamıyorum diye üzülüyordum. bir de bu çıktı şimdi. demek ki konuşulanları da hatırlamıyorum, sorulanları da. ama hislerimi genelleştirme eğilimindeyim. saçma ve temelsiz belki ama teorim şu; kesin merak ediyordur diye düşündüğüm şeylere katıksız inanıyorum. yani Y'nin en azından şaşırdığını söyleyebilirim. bir de bendeki devinimin çıkardığı toz dumanın içine fazla girmeden, bir kenarda ortalığın sakinleşmesini bekliyor olabilir. bu ona daha çok yakışan bir tarz. akışına bırakacak, sonra sular durgunlaştığında bir kez daha bakacak içime, bazı cevapları arayacak. belli ki beni iyi tanıyor, ya da genel hareket tarzı bu. şu an beni ne kadar deşerse o kadar aklımın o kadar karışacağını biliyor. şu an en son istediğim, dayanak noktalarımdan birisi olan Y tarafından sarsılmak.


yine de birden bu hengamenin nasıl ve neden çıktığını bilmek istiyordur. habire bunu yazmamdaki amaç, bunların nedenini birazdan açıklayacak olmam değil. gizem dozunu artırmak da değil niyetim. aslında daha çok benim de aynı gerekçeleri arıyor olmamdır belki de. bir şeylerden vazgeçme eğiliminde olduğum belli. birçok şeyden sıkıldığım belli. bazı şeyleri özlediğim belli. yine de bu kadar belirlilikle de olsa, hareket etmek oldukça zor. kısıtlayan o kadar çok ve kritik engel, aşılması gereken psikolojik ve fiziksel eşik var ki... bunlar hakkında artık konuşmayacağım. konuşmam gereken kişilerle, gerektiği kadar konuştum. yine de yazıyorum, yazmam gerektiği kadar da yazacağım. yazmak, işin büyüsünü, kararlılığımı engeller mi bilemiyorum. işin içine girdikçe hevesim kaçacak belki de. belki de Y'nin düşündüğü de budur. eğer vazgeçeceksem kendim vazgeçmeliyim, onun payı olmamalı. ilişkimizin sağlığı bakımından kararı -gerçekten bu ise- doğru diyebilirim. bazen bana "başladın mı, ufak ufak başla istersen" diyor. bir laborant edasıyla test ettiği sıvının içine ayraç damlatıyor, eğer başladıysam davranışlarımı ölçmek istiyor. acaba canım sıkıldı mı, bunaldım mı, bu işler bana göre mi? başlamadıysam hem bunları gözlemlemek hem de bana işin gereği olan özdisiplin kazandırmak amacıyla yapmam gerekeni ara ara hatırlatıyor.


Y'ye giydirdiğim tüm bu kıyafetler için kendisinden özür dilerim. elbette biçilen tüm kıyafetler, hunharca süslenen mankenler, iğne ve ipliklerle lime lime edilen bedenler benim aklımın eserleri. diğer olanlar ise bunca yakınımda olanların çektikleri çile olabilir. beni bu kadar sevmek zorunda mıydınız?

Salı, Temmuz 19, 2011

birikinti

biriktiriyorum. daha doğrusu ben bi şey yapmıyorum, o geliyor, geliyor, birikiyor. yükselen ve alçalan dev su kütleleri gibi, onların kıyıya getrip bıraktıkları, bırakıp unuttukları -ama mutlaka verdiğini geri alacaktır deniz ve diğerleri- şişip kabaran, etrafındaki kalıbın tek kaçışı olan tepeden akıp giden o havuçlu kekin taşması gibi birikiyor. hem kabarıyor, kabardıkları kaybolmuyor. gidip bir engele kadar ilerliyor. dönüşü de mümkün değil, olduğu yerde birikiyor. dedim ya, birikiyor. biriktikçe üstünden almalı, azaltmalı birikenleri. yoksa tıkayacak tüm gözeneklerini aklın, ve tahliye kanalları olmazsa iç basıncı düşmez bu kafanın.

akmalı parmakların ucundan. blok olarak, aralıklı olarak, kokulu olarak, renksiz olarak, aşık olarak, kavga ederek, sema ederek... ellerle akmalı, eller şahittir iyiye de kötüye de. karşıtlıkların varlığını ellere sormalı. ikisini de tutan, ikisini de bırakan. birinden diğerine veren ellerdir çünkü. dil şişse de el indirir. kol kalksa da el vurur. elin ettiğini göz görür, dil çiler.

kana kana su içer gibi, dayandım elimdeki kitabın yapraklarına. bir çırpıntı geldi, içeriden. ses veriyor. "senin aslın nerede? suretin ise çok silik" ara sıra bir kıvılcım çakıyorum, aydınlanıyor bir anlığına yüzüm ve etrafımdakiler. kaç "ben" var benim etrafımda? içimden çıkardıklarım kaç kişi? içimde kalanlar ne derler? onları duymaya göz gerek, okumak gerek. çıkarmaya eller. dil de yetmez. dil hızlı düşünür, hızla çıkarır içeriden. ama dışarının havası, basıncı tıkıverir çıkanı gerisin geri. vurgun yiyen dalgıçlar gibi yığılıverirler. harlı harlı yanan bir fırının alazını yiyip de bükülüverirler, yanıp dökülüveren kibritler gibi. hızla çıkıp kaybolanlar da vardır. içki sofralarında çıkarlar dışarı, ateşin etrafındaki zebaniler gibi dans ederler. ta ki ahlaksızlığın cazibesi ve umarsızlığın mutluluğu, sabahın utancı ile yer değiştirene kadar.

alkolle dışarı çıkardığım benler, geri gelmezler. sonsuza uğurlanır, bir daha ortalıkta gözükmezler. bu benleri kimse dikkate almaz zaten. ancak içki masalarının uhrevi ortamından alınan zevk ile bir araya gelip içindekileri dışarıya çıkartan, içleri boşaldıktan sonra aradıkları huzuru bulabileceklerine inananlar doldurular masaları. ortalık benden geçilmez; sen, siz, onlar kaybolur. herkes kendini anlatır, bazen sadece bir kişi anlatır, kimselere vermez sırayı. o kadar ben çıkar ki ortaya, bazen diğerleri çıkartmak istemez suretinden türettikleri asıllarını.

böyle böyle, çıkarta çıkarta birikiyor, alkollü alkolsüz, okurken okudukça, konuşurken susarken. rüyalar görürken...

Cumartesi, Temmuz 16, 2011

karkamış

anlamıyorum seni
yok, anlayamıyorum
ses, nefes, dudakların
tamam da...
parmağın tam da toprak rengi bir dağda
sesin heyecanlı
arkası ne
arkasında ne var
derdinin boyu mu anlattığın
dağ kadar mıydı
gösterdiğin
parmağın kadar mı yoksa
seni umarsızım...

anlamıyorum seni,
sesin var, anlamıyorum
sesi var trenin
gülüveriyor makinist
kaçıncı çocuğuydu doğan
doğan... güzel isim...
bir dahakine dedi
güldü yanındaki
sen daha gül dedi makinist
gül... güzel isim...
güldüler...

yanımdaki anlatıyor
dağı gösteriyor hala
ardından gelmiş meğer, heyecanı ondan
arkamdaki söyledi
dilimiz konuşulmuyor mu orada
ondan mı bu keşmekeş
kim konuşuyor şu karkamışın dilini
bir diyeceği olsa kime der karkamış,
kim dinler
özlese birisini, uzaktaki
kime anlatır bu özlemi...

özlem... güzel isim...

roman


"...bir roman yazmak istiyorum. hangi kelimelerle başlayacağını yazdım buraya, sonra sildim. en zor kısmı başlamak ve tamamını yazmak..."

bir roman yazmalı
yazın dünyasında görünmeli
yazın beni de
yazsınlar sıraya demeli
burası öyle bir ülke
sanki yaz her mevsim
terlemeli
terle atmalı sözleri
kopmadan ses terleri