Cumartesi, Eylül 10, 2011
Duruyorum
Bir ay içinde bu kadar gerileyebildiğim için kendimi tebrik ederim. Ben çok salak saçma hayaller kuruyor olmalıyım. Gerçek bir maymun iştahı ile karşı karşıyayız. Beynimin üzerine öyle bir sis çöktü ki kalkması için bana ne lazım, bilmiyorum. Duruyorum resmen. Siste bir yerlere çarpmamak için, duruyorum.
süreç
Karalarımdaki trajedi bulutu negatif elektrikle yükleniyor. Delirme emareleri arandığını da hissediyorum. İçe kapanıklık mutlaka bir soruna işaret ediyor. Bazı ağaçlar ayakta ölürler, bazı kanser türleri neredeyse hiç belirti vermez ve bazı insanlar da herkesin içinde yalnızdırlar.
Benim peşime düşenler var, sessizliğimi bir şeylere yoranlar. Ben dertlendikçe dertlenenler var ve ben bazen onların bana birkaç adım atmasını isterken onlar çoktan benim peşimde yollarını yitirmişler. N'nin bana destek olmasını isterken ona öyle bir yıkım hediye ettim ki, ne yapacağını bilemiyor. Bana da bayrak açamadı, açamıyor. Öyle bir ikileme soktum ki onu, ne benim kararlarıma karşı durabiliyor, ne de atacağım adımların toz duman edeceği hayatımıza dair mantıklı planlar, hazırlıklar, yığınaklar yapabiliyor. Tanrı biliyor ya, öyle bir durum yarattım ki, maddi dünyanın tüm sıkıntılarını yükleyiverdim onun sırtına. Gelecek zaten belirsizken, güvensizken şimdiki durum içinden daha da çıkılmaz bir karanlığa götürecek bizi. Burada, bizi bir arada tutan maneviyatın da yıpranacağını görmemek imkansız. En büyük bağlılıkların bile ayaklarımız altındaki dünyayla yaşamsal bir bağı vardır. Bu bağı kopartmak demek, hem de ellerimizle, işte bu bazen yapılacak en büyük hatadır.
İşin garibi, böyle bir hatayı otuz yaşından sonra yapmanın hiçbir rasyonel açıklaması da yoktur. Benim kendime dair iddia ettiğim, şu meşhur “zihnim daha yeni açılıyor, şu olgunluk ne güzel şey yahu” tezimin yapılabilecek en keskin ve acımasız bir şekilde çürütülmesi de yine bana mı kalacaktır? İnsan en çok kendini yerden yere vurur. Bazen doğumundan beri vurur, bazen sadece bir an, bazen son nefesini verirken... ama eğer yapacaksa, bunu en iyi, en etkili ve -tekrar ve vurgulayarak- en acımasız şekilde kendisi yapar. Yaptıktan sonra kimseye bir faydası yok. Kaybedilmişlileri telafi etme şansı yok. Kırdıklarını onarma şansı yok. Sadece “ama ben bunu yapmak istiyordum, hayallerimin peşinden gittim” savunusunu savurur. Böyle bir egoistliğin de insan aleminde yeri mutlaka vardır, çok eski bir gelenekten gelir. İnsanın kötü doğası, ya da insan doğasının kötü tarafları vardır. Satırların yazarı da baltanın çokça girdiği ama budandıkça daha gür çıkan bu doğa parçasında önünü açmaya çalışmaktadır. Çalıştıkça, geride bıraktığı en yakın vaha ile bağlantısının kopacağını bilmektedir. Ve tam da bugünlerde yönünü doğuya çevirip insanın kabullenici, kolaycı, kaypak doğasına yönelmesi de olasıdır. Etrafındaki bir elin parmalarını geçmeyecek sayıdaki insan ile irtibatını kesmiştir artık, onların söyleyeceklerini dinlemiş, onlara söyleyeceklerini söylemiştir. Bundan sonra olacaklar bir süreç meselesidir. Süreç ilerleyecek, işler belli bir raddeye gelecek, ondan sonra da karar verilecektir. Şimdi M, belirsizliğin besleyip korkuların büyüttüğü domuz kuyruklu, açılabileceği kadar açılmış gözleriyle ve etrafına ezercesine bakarak doğan bir çocuğu evlatlık vermenin veya bağrına basmanın zorunluluğunun yaklaştığı o sürecin ilk adımlarını atmaktadır.
Bir de şu gerçek var ki, bir mucizenin yaşanmasına bağlanan umut, gece uyuyabilmenin ilaçlarından birisidir. Ne de olsa sabah yine aynı kabusa uyanılacağından, bari geceyi huzurlu geçirmek gerekir.
Benim peşime düşenler var, sessizliğimi bir şeylere yoranlar. Ben dertlendikçe dertlenenler var ve ben bazen onların bana birkaç adım atmasını isterken onlar çoktan benim peşimde yollarını yitirmişler. N'nin bana destek olmasını isterken ona öyle bir yıkım hediye ettim ki, ne yapacağını bilemiyor. Bana da bayrak açamadı, açamıyor. Öyle bir ikileme soktum ki onu, ne benim kararlarıma karşı durabiliyor, ne de atacağım adımların toz duman edeceği hayatımıza dair mantıklı planlar, hazırlıklar, yığınaklar yapabiliyor. Tanrı biliyor ya, öyle bir durum yarattım ki, maddi dünyanın tüm sıkıntılarını yükleyiverdim onun sırtına. Gelecek zaten belirsizken, güvensizken şimdiki durum içinden daha da çıkılmaz bir karanlığa götürecek bizi. Burada, bizi bir arada tutan maneviyatın da yıpranacağını görmemek imkansız. En büyük bağlılıkların bile ayaklarımız altındaki dünyayla yaşamsal bir bağı vardır. Bu bağı kopartmak demek, hem de ellerimizle, işte bu bazen yapılacak en büyük hatadır.
İşin garibi, böyle bir hatayı otuz yaşından sonra yapmanın hiçbir rasyonel açıklaması da yoktur. Benim kendime dair iddia ettiğim, şu meşhur “zihnim daha yeni açılıyor, şu olgunluk ne güzel şey yahu” tezimin yapılabilecek en keskin ve acımasız bir şekilde çürütülmesi de yine bana mı kalacaktır? İnsan en çok kendini yerden yere vurur. Bazen doğumundan beri vurur, bazen sadece bir an, bazen son nefesini verirken... ama eğer yapacaksa, bunu en iyi, en etkili ve -tekrar ve vurgulayarak- en acımasız şekilde kendisi yapar. Yaptıktan sonra kimseye bir faydası yok. Kaybedilmişlileri telafi etme şansı yok. Kırdıklarını onarma şansı yok. Sadece “ama ben bunu yapmak istiyordum, hayallerimin peşinden gittim” savunusunu savurur. Böyle bir egoistliğin de insan aleminde yeri mutlaka vardır, çok eski bir gelenekten gelir. İnsanın kötü doğası, ya da insan doğasının kötü tarafları vardır. Satırların yazarı da baltanın çokça girdiği ama budandıkça daha gür çıkan bu doğa parçasında önünü açmaya çalışmaktadır. Çalıştıkça, geride bıraktığı en yakın vaha ile bağlantısının kopacağını bilmektedir. Ve tam da bugünlerde yönünü doğuya çevirip insanın kabullenici, kolaycı, kaypak doğasına yönelmesi de olasıdır. Etrafındaki bir elin parmalarını geçmeyecek sayıdaki insan ile irtibatını kesmiştir artık, onların söyleyeceklerini dinlemiş, onlara söyleyeceklerini söylemiştir. Bundan sonra olacaklar bir süreç meselesidir. Süreç ilerleyecek, işler belli bir raddeye gelecek, ondan sonra da karar verilecektir. Şimdi M, belirsizliğin besleyip korkuların büyüttüğü domuz kuyruklu, açılabileceği kadar açılmış gözleriyle ve etrafına ezercesine bakarak doğan bir çocuğu evlatlık vermenin veya bağrına basmanın zorunluluğunun yaklaştığı o sürecin ilk adımlarını atmaktadır.
Bir de şu gerçek var ki, bir mucizenin yaşanmasına bağlanan umut, gece uyuyabilmenin ilaçlarından birisidir. Ne de olsa sabah yine aynı kabusa uyanılacağından, bari geceyi huzurlu geçirmek gerekir.
Salı, Eylül 06, 2011
merak
Y'nin son bir ayda olan bitene bir anlam vermeye çalıştığına eminim. belki bana direk sormuştur, ya da laf arasında şaka ile karışık kurcalamıştır beni. iki türlüsünü de hatırlamıyorum. sadece tarihleri, isimleri, yüzleri hatırlayamıyorum diye üzülüyordum. bir de bu çıktı şimdi. demek ki konuşulanları da hatırlamıyorum, sorulanları da. ama hislerimi genelleştirme eğilimindeyim. saçma ve temelsiz belki ama teorim şu; kesin merak ediyordur diye düşündüğüm şeylere katıksız inanıyorum. yani Y'nin en azından şaşırdığını söyleyebilirim. bir de bendeki devinimin çıkardığı toz dumanın içine fazla girmeden, bir kenarda ortalığın sakinleşmesini bekliyor olabilir. bu ona daha çok yakışan bir tarz. akışına bırakacak, sonra sular durgunlaştığında bir kez daha bakacak içime, bazı cevapları arayacak. belli ki beni iyi tanıyor, ya da genel hareket tarzı bu. şu an beni ne kadar deşerse o kadar aklımın o kadar karışacağını biliyor. şu an en son istediğim, dayanak noktalarımdan birisi olan Y tarafından sarsılmak.
yine de birden bu hengamenin nasıl ve neden çıktığını bilmek istiyordur. habire bunu yazmamdaki amaç, bunların nedenini birazdan açıklayacak olmam değil. gizem dozunu artırmak da değil niyetim. aslında daha çok benim de aynı gerekçeleri arıyor olmamdır belki de. bir şeylerden vazgeçme eğiliminde olduğum belli. birçok şeyden sıkıldığım belli. bazı şeyleri özlediğim belli. yine de bu kadar belirlilikle de olsa, hareket etmek oldukça zor. kısıtlayan o kadar çok ve kritik engel, aşılması gereken psikolojik ve fiziksel eşik var ki... bunlar hakkında artık konuşmayacağım. konuşmam gereken kişilerle, gerektiği kadar konuştum. yine de yazıyorum, yazmam gerektiği kadar da yazacağım. yazmak, işin büyüsünü, kararlılığımı engeller mi bilemiyorum. işin içine girdikçe hevesim kaçacak belki de. belki de Y'nin düşündüğü de budur. eğer vazgeçeceksem kendim vazgeçmeliyim, onun payı olmamalı. ilişkimizin sağlığı bakımından kararı -gerçekten bu ise- doğru diyebilirim. bazen bana "başladın mı, ufak ufak başla istersen" diyor. bir laborant edasıyla test ettiği sıvının içine ayraç damlatıyor, eğer başladıysam davranışlarımı ölçmek istiyor. acaba canım sıkıldı mı, bunaldım mı, bu işler bana göre mi? başlamadıysam hem bunları gözlemlemek hem de bana işin gereği olan özdisiplin kazandırmak amacıyla yapmam gerekeni ara ara hatırlatıyor.
Y'ye giydirdiğim tüm bu kıyafetler için kendisinden özür dilerim. elbette biçilen tüm kıyafetler, hunharca süslenen mankenler, iğne ve ipliklerle lime lime edilen bedenler benim aklımın eserleri. diğer olanlar ise bunca yakınımda olanların çektikleri çile olabilir. beni bu kadar sevmek zorunda mıydınız?
yine de birden bu hengamenin nasıl ve neden çıktığını bilmek istiyordur. habire bunu yazmamdaki amaç, bunların nedenini birazdan açıklayacak olmam değil. gizem dozunu artırmak da değil niyetim. aslında daha çok benim de aynı gerekçeleri arıyor olmamdır belki de. bir şeylerden vazgeçme eğiliminde olduğum belli. birçok şeyden sıkıldığım belli. bazı şeyleri özlediğim belli. yine de bu kadar belirlilikle de olsa, hareket etmek oldukça zor. kısıtlayan o kadar çok ve kritik engel, aşılması gereken psikolojik ve fiziksel eşik var ki... bunlar hakkında artık konuşmayacağım. konuşmam gereken kişilerle, gerektiği kadar konuştum. yine de yazıyorum, yazmam gerektiği kadar da yazacağım. yazmak, işin büyüsünü, kararlılığımı engeller mi bilemiyorum. işin içine girdikçe hevesim kaçacak belki de. belki de Y'nin düşündüğü de budur. eğer vazgeçeceksem kendim vazgeçmeliyim, onun payı olmamalı. ilişkimizin sağlığı bakımından kararı -gerçekten bu ise- doğru diyebilirim. bazen bana "başladın mı, ufak ufak başla istersen" diyor. bir laborant edasıyla test ettiği sıvının içine ayraç damlatıyor, eğer başladıysam davranışlarımı ölçmek istiyor. acaba canım sıkıldı mı, bunaldım mı, bu işler bana göre mi? başlamadıysam hem bunları gözlemlemek hem de bana işin gereği olan özdisiplin kazandırmak amacıyla yapmam gerekeni ara ara hatırlatıyor.
Y'ye giydirdiğim tüm bu kıyafetler için kendisinden özür dilerim. elbette biçilen tüm kıyafetler, hunharca süslenen mankenler, iğne ve ipliklerle lime lime edilen bedenler benim aklımın eserleri. diğer olanlar ise bunca yakınımda olanların çektikleri çile olabilir. beni bu kadar sevmek zorunda mıydınız?
Salı, Temmuz 19, 2011
birikinti
biriktiriyorum. daha doğrusu ben bi şey yapmıyorum, o geliyor, geliyor, birikiyor. yükselen ve alçalan dev su kütleleri gibi, onların kıyıya getrip bıraktıkları, bırakıp unuttukları -ama mutlaka verdiğini geri alacaktır deniz ve diğerleri- şişip kabaran, etrafındaki kalıbın tek kaçışı olan tepeden akıp giden o havuçlu kekin taşması gibi birikiyor. hem kabarıyor, kabardıkları kaybolmuyor. gidip bir engele kadar ilerliyor. dönüşü de mümkün değil, olduğu yerde birikiyor. dedim ya, birikiyor. biriktikçe üstünden almalı, azaltmalı birikenleri. yoksa tıkayacak tüm gözeneklerini aklın, ve tahliye kanalları olmazsa iç basıncı düşmez bu kafanın.
akmalı parmakların ucundan. blok olarak, aralıklı olarak, kokulu olarak, renksiz olarak, aşık olarak, kavga ederek, sema ederek... ellerle akmalı, eller şahittir iyiye de kötüye de. karşıtlıkların varlığını ellere sormalı. ikisini de tutan, ikisini de bırakan. birinden diğerine veren ellerdir çünkü. dil şişse de el indirir. kol kalksa da el vurur. elin ettiğini göz görür, dil çiler.
kana kana su içer gibi, dayandım elimdeki kitabın yapraklarına. bir çırpıntı geldi, içeriden. ses veriyor. "senin aslın nerede? suretin ise çok silik" ara sıra bir kıvılcım çakıyorum, aydınlanıyor bir anlığına yüzüm ve etrafımdakiler. kaç "ben" var benim etrafımda? içimden çıkardıklarım kaç kişi? içimde kalanlar ne derler? onları duymaya göz gerek, okumak gerek. çıkarmaya eller. dil de yetmez. dil hızlı düşünür, hızla çıkarır içeriden. ama dışarının havası, basıncı tıkıverir çıkanı gerisin geri. vurgun yiyen dalgıçlar gibi yığılıverirler. harlı harlı yanan bir fırının alazını yiyip de bükülüverirler, yanıp dökülüveren kibritler gibi. hızla çıkıp kaybolanlar da vardır. içki sofralarında çıkarlar dışarı, ateşin etrafındaki zebaniler gibi dans ederler. ta ki ahlaksızlığın cazibesi ve umarsızlığın mutluluğu, sabahın utancı ile yer değiştirene kadar.
alkolle dışarı çıkardığım benler, geri gelmezler. sonsuza uğurlanır, bir daha ortalıkta gözükmezler. bu benleri kimse dikkate almaz zaten. ancak içki masalarının uhrevi ortamından alınan zevk ile bir araya gelip içindekileri dışarıya çıkartan, içleri boşaldıktan sonra aradıkları huzuru bulabileceklerine inananlar doldurular masaları. ortalık benden geçilmez; sen, siz, onlar kaybolur. herkes kendini anlatır, bazen sadece bir kişi anlatır, kimselere vermez sırayı. o kadar ben çıkar ki ortaya, bazen diğerleri çıkartmak istemez suretinden türettikleri asıllarını.
böyle böyle, çıkarta çıkarta birikiyor, alkollü alkolsüz, okurken okudukça, konuşurken susarken. rüyalar görürken...
akmalı parmakların ucundan. blok olarak, aralıklı olarak, kokulu olarak, renksiz olarak, aşık olarak, kavga ederek, sema ederek... ellerle akmalı, eller şahittir iyiye de kötüye de. karşıtlıkların varlığını ellere sormalı. ikisini de tutan, ikisini de bırakan. birinden diğerine veren ellerdir çünkü. dil şişse de el indirir. kol kalksa da el vurur. elin ettiğini göz görür, dil çiler.
kana kana su içer gibi, dayandım elimdeki kitabın yapraklarına. bir çırpıntı geldi, içeriden. ses veriyor. "senin aslın nerede? suretin ise çok silik" ara sıra bir kıvılcım çakıyorum, aydınlanıyor bir anlığına yüzüm ve etrafımdakiler. kaç "ben" var benim etrafımda? içimden çıkardıklarım kaç kişi? içimde kalanlar ne derler? onları duymaya göz gerek, okumak gerek. çıkarmaya eller. dil de yetmez. dil hızlı düşünür, hızla çıkarır içeriden. ama dışarının havası, basıncı tıkıverir çıkanı gerisin geri. vurgun yiyen dalgıçlar gibi yığılıverirler. harlı harlı yanan bir fırının alazını yiyip de bükülüverirler, yanıp dökülüveren kibritler gibi. hızla çıkıp kaybolanlar da vardır. içki sofralarında çıkarlar dışarı, ateşin etrafındaki zebaniler gibi dans ederler. ta ki ahlaksızlığın cazibesi ve umarsızlığın mutluluğu, sabahın utancı ile yer değiştirene kadar.
alkolle dışarı çıkardığım benler, geri gelmezler. sonsuza uğurlanır, bir daha ortalıkta gözükmezler. bu benleri kimse dikkate almaz zaten. ancak içki masalarının uhrevi ortamından alınan zevk ile bir araya gelip içindekileri dışarıya çıkartan, içleri boşaldıktan sonra aradıkları huzuru bulabileceklerine inananlar doldurular masaları. ortalık benden geçilmez; sen, siz, onlar kaybolur. herkes kendini anlatır, bazen sadece bir kişi anlatır, kimselere vermez sırayı. o kadar ben çıkar ki ortaya, bazen diğerleri çıkartmak istemez suretinden türettikleri asıllarını.
böyle böyle, çıkarta çıkarta birikiyor, alkollü alkolsüz, okurken okudukça, konuşurken susarken. rüyalar görürken...
Cumartesi, Temmuz 16, 2011
karkamış
anlamıyorum seni
yok, anlayamıyorum
ses, nefes, dudakların
tamam da...
parmağın tam da toprak rengi bir dağda
sesin heyecanlı
arkası ne
arkasında ne var
derdinin boyu mu anlattığın
dağ kadar mıydı
gösterdiğin
parmağın kadar mı yoksa
seni umarsızım...
anlamıyorum seni,
sesin var, anlamıyorum
sesi var trenin
gülüveriyor makinist
kaçıncı çocuğuydu doğan
doğan... güzel isim...
bir dahakine dedi
güldü yanındaki
sen daha gül dedi makinist
gül... güzel isim...
güldüler...
yanımdaki anlatıyor
dağı gösteriyor hala
ardından gelmiş meğer, heyecanı ondan
arkamdaki söyledi
dilimiz konuşulmuyor mu orada
ondan mı bu keşmekeş
kim konuşuyor şu karkamışın dilini
bir diyeceği olsa kime der karkamış,
kim dinler
özlese birisini, uzaktaki
kime anlatır bu özlemi...
özlem... güzel isim...
yok, anlayamıyorum
ses, nefes, dudakların
tamam da...
parmağın tam da toprak rengi bir dağda
sesin heyecanlı
arkası ne
arkasında ne var
derdinin boyu mu anlattığın
dağ kadar mıydı
gösterdiğin
parmağın kadar mı yoksa
seni umarsızım...
anlamıyorum seni,
sesin var, anlamıyorum
sesi var trenin
gülüveriyor makinist
kaçıncı çocuğuydu doğan
doğan... güzel isim...
bir dahakine dedi
güldü yanındaki
sen daha gül dedi makinist
gül... güzel isim...
güldüler...
yanımdaki anlatıyor
dağı gösteriyor hala
ardından gelmiş meğer, heyecanı ondan
arkamdaki söyledi
dilimiz konuşulmuyor mu orada
ondan mı bu keşmekeş
kim konuşuyor şu karkamışın dilini
bir diyeceği olsa kime der karkamış,
kim dinler
özlese birisini, uzaktaki
kime anlatır bu özlemi...
özlem... güzel isim...
roman
"...bir roman yazmak istiyorum. hangi kelimelerle başlayacağını yazdım buraya, sonra sildim. en zor kısmı başlamak ve tamamını yazmak..."
bir roman yazmalı
yazın dünyasında görünmeli
yazın beni de
yazsınlar sıraya demeli
burası öyle bir ülke
sanki yaz her mevsim
terlemeli
terle atmalı sözleri
kopmadan ses terleri
ülke
gözümün önünde bir ülke, haritadan
göz önünde olanlar var
gözün önünde olup görünmeyen
göz göz olmuş harita, eskimiş
her göz bağlı başka bir göze
demir raylar eriştirmiş
ayrı yönlere bakan gözleri
göz göz odalarıyla trenler geçiyor haritadan
eskidikçe eskiyor baktığım yerler
eskidikçe gözleri karanlığın içindeki lokomotifin
camlarındaki buğuya tekrar tekrar
çiziyorum haritamı
parmağımla bir oraya, bir buraya dokunup
yeni gözler ekliyorum
yeni garlar, yeni yolcular, yeni yolculuklar
her göz bir gar, her gar bin göz…
garlar…
göz önünde olanlar var
gözün önünde olup görünmeyen
göz göz olmuş harita, eskimiş
her göz bağlı başka bir göze
demir raylar eriştirmiş
ayrı yönlere bakan gözleri
göz göz odalarıyla trenler geçiyor haritadan
eskidikçe eskiyor baktığım yerler
eskidikçe gözleri karanlığın içindeki lokomotifin
camlarındaki buğuya tekrar tekrar
çiziyorum haritamı
parmağımla bir oraya, bir buraya dokunup
yeni gözler ekliyorum
yeni garlar, yeni yolcular, yeni yolculuklar
her göz bir gar, her gar bin göz…
garlar…
Çarşamba, Haziran 08, 2011
sesin dediği
elim ipte
ip sapta
çok şükür
tam da denk geliyor ip sapa
çekmezsem ben bu ipi
çıkmaz bu trenin sesi
çıkmazlarda bir cenk yaşanır
vagonlardan sataşırlar,
arada atışırlar
kavga dövüş, itiş kakış
yiyecek alır camlardan
ara ara atıştırırlar
elim ipte
sadece saatini bekliyorum
ne zaman çekeceksin dedin, bilmem
sadece yola bakıyorum
sis dağıldıkça önümüzden
sadece kaygılanıyorum
yürüyecek bu tren, dedin neden
sadece biliyorum
ip sapta
çok şükür
tam da denk geliyor ip sapa
çekmezsem ben bu ipi
çıkmaz bu trenin sesi
çıkmazlarda bir cenk yaşanır
vagonlardan sataşırlar,
arada atışırlar
kavga dövüş, itiş kakış
yiyecek alır camlardan
ara ara atıştırırlar
elim ipte
sadece saatini bekliyorum
ne zaman çekeceksin dedin, bilmem
sadece yola bakıyorum
sis dağıldıkça önümüzden
sadece kaygılanıyorum
yürüyecek bu tren, dedin neden
sadece biliyorum
Cuma, Haziran 03, 2011
Pazar, Nisan 10, 2011
mart
deprem oldu kesin
bir yerlerde
ayağım titredi, dizlerim, kemiklerim
ince ince sızladı
bir de burnum
kar da yağmış çünkü
cebeciye
bir hayatın ilk adımlarını attık
el ele parklarda
düşmemek için tutunduk
birbirimize
bir de çok sevdik birbirimizi
o yüzden de
sallandı ayaklarım
yaşım da ilerledi
yerinde durmak yakışmazdı bize
yaşımla bana
aynı adımları atarken
eşimle bana
ilk karı düştü martın
martın çok mu yağardı karı
her sene en soğuk sene,
en soğuk kış
en soğuk şehir
olabiliyordu cebeci
dalıp dalıp gittiğimiz akşamın
kurtuluştan geçip
kızılaya tırmanmanın bile
bir tadı vardı o kışın
bir yerlerde
ayağım titredi, dizlerim, kemiklerim
ince ince sızladı
bir de burnum
kar da yağmış çünkü
cebeciye
bir hayatın ilk adımlarını attık
el ele parklarda
düşmemek için tutunduk
birbirimize
bir de çok sevdik birbirimizi
o yüzden de
sallandı ayaklarım
yaşım da ilerledi
yerinde durmak yakışmazdı bize
yaşımla bana
aynı adımları atarken
eşimle bana
ilk karı düştü martın
martın çok mu yağardı karı
her sene en soğuk sene,
en soğuk kış
en soğuk şehir
olabiliyordu cebeci
dalıp dalıp gittiğimiz akşamın
kurtuluştan geçip
kızılaya tırmanmanın bile
bir tadı vardı o kışın
cambazın düşü
ispanyolun pansiyonunda
konaklayan yok bu yaz
yaklaşıp yaklaşıp
konamadan döndü uçaklar
içlerinde
camından baka kalan bir cambaz
ıslıklandı
performansı cambazın
ıslandı
yapma burnu palyaçonun
sevindi sayın seyirciler
sevinsinler
yapma bunu sevinsinler diye
yapma tüm sirki kana bulama
özledim gözlerini
seyredenler arasından
camların arkasından
beni bul ama
yansa da bu çadır
bu uçak
bu ispanya
cayır cayır
yapma bunu
yapma
konaklayan yok bu yaz
yaklaşıp yaklaşıp
konamadan döndü uçaklar
içlerinde
camından baka kalan bir cambaz
ıslıklandı
performansı cambazın
ıslandı
yapma burnu palyaçonun
sevindi sayın seyirciler
sevinsinler
yapma bunu sevinsinler diye
yapma tüm sirki kana bulama
özledim gözlerini
seyredenler arasından
camların arkasından
beni bul ama
yansa da bu çadır
bu uçak
bu ispanya
cayır cayır
yapma bunu
yapma
Salı, Mart 01, 2011
makas
kırpık kırpık ettim kağıtları
altını çizmedim, kestim
en güzel cümlelerin
kitaplar dolduracak kadar
iç ses birikti
havaya atılmayı bekler
konuşma balonlarım
kutlaması yakındır dudakların
en serin havaları
çünkü arkası bahar
ve kitaplar dolusu muhabbet
kış aylarının
altını çizmedim, kestim
en güzel cümlelerin
kitaplar dolduracak kadar
iç ses birikti
havaya atılmayı bekler
konuşma balonlarım
kutlaması yakındır dudakların
en serin havaları
çünkü arkası bahar
ve kitaplar dolusu muhabbet
kış aylarının
görmek
görünmüyor gözlerin
kapalıyken
kolların bağlı yolların
sapalıyken
yara üstüne yara
kalbin böyle
yamalıyken
nereye bakıyorsun bilemem
gözlerin kapalı
oradayken
yy için
kapalıyken
kolların bağlı yolların
sapalıyken
yara üstüne yara
kalbin böyle
yamalıyken
nereye bakıyorsun bilemem
gözlerin kapalı
oradayken
yy için
Pazar, Şubat 13, 2011
Cüce Dansı
bekliyorlar,
beni, bizi
çılgınlık edip elindeki tepsiyle
züccaciyeyi basan o meşhur cüceyi
cüce tepside ne taşır?
tepsi de tepsi olaydı,
cücenin tepsisi
epi topu cüce kadar hepisi.
ben, biz
bir de o meşhur cüce
toplaşıp, denizin en karardığı gece
bir cumartesi ertesi mesela
ateşlerin söndüğü o anda
kararmış denizi geçip,
diğer cücelerin yanına
var'ı verir miyiz
varımızı yoğumuzu
epimizi topumuzu
kabul ediniz cüc'efendi,
o malum cüce kadar ederimiz.
beni, bizi
çılgınlık edip elindeki tepsiyle
züccaciyeyi basan o meşhur cüceyi
cüce tepside ne taşır?
tepsi de tepsi olaydı,
cücenin tepsisi
epi topu cüce kadar hepisi.
ben, biz
bir de o meşhur cüce
toplaşıp, denizin en karardığı gece
bir cumartesi ertesi mesela
ateşlerin söndüğü o anda
kararmış denizi geçip,
diğer cücelerin yanına
var'ı verir miyiz
varımızı yoğumuzu
epimizi topumuzu
kabul ediniz cüc'efendi,
o malum cüce kadar ederimiz.
Pazartesi, Ocak 24, 2011
bu sabah
ne vardı aklımda? servisin soğuk camına dayanmışken, ama yüzüme de klimanın amansız sıcağı vururken. akşama aklımda kalırsa yazayım dedim. kalmamış. yine de yazıyorum. demek ki bir şeyler yazmam gerekmiş. gereğini yapıyorum. bu arada ayara laf karıştrıp sabahki şeyleri hatırlamaya çalışıyorum. diyorum ki, hava bu denli soğuk olmasaydı, uykum bu kadar çok olmasaydı aklımdan uçmazdı anlatmak istediklerim.
şu an duru tam yanımda oturuyor, koltukta. ağzında biberonu var, süt içiyor. birazdan onu yatırmaya götürebilirim. belki de uyumaz, beni deli eder. etsin. çok güzel bir insan kendisi. küçük insan diyoruz ona. bir çok şeyi biliyor, nesne isimleri falan. yalnız hepsini söylüyemiyor. yani ben bildiğine eminim ama söyleyemiyor işte. söyleyebildiklerini de çok güzel söylüyor. çorba dedi mesela, ekmek dedi, maç dedi. okuma bilse yazdıklarımı okuyabilse ne ilginç olurdu. belki yedi sene sonra yine böyle yan yana otururuz, ben onun hakkında yazarım, o da okur. beğendiği yerlerde yanağıma öpücük kondurur, beğenmediklerini zorla değiştirir. ona nasıl karşı koyarım ki? o, duru... benim küçük insanım...
sütü bitirdi, baba dedi bana verdi. şimdi de ağzını sildi peçeteyle. küçük bir insan, o, duru... benim küçük duru'm...
şu an duru tam yanımda oturuyor, koltukta. ağzında biberonu var, süt içiyor. birazdan onu yatırmaya götürebilirim. belki de uyumaz, beni deli eder. etsin. çok güzel bir insan kendisi. küçük insan diyoruz ona. bir çok şeyi biliyor, nesne isimleri falan. yalnız hepsini söylüyemiyor. yani ben bildiğine eminim ama söyleyemiyor işte. söyleyebildiklerini de çok güzel söylüyor. çorba dedi mesela, ekmek dedi, maç dedi. okuma bilse yazdıklarımı okuyabilse ne ilginç olurdu. belki yedi sene sonra yine böyle yan yana otururuz, ben onun hakkında yazarım, o da okur. beğendiği yerlerde yanağıma öpücük kondurur, beğenmediklerini zorla değiştirir. ona nasıl karşı koyarım ki? o, duru... benim küçük insanım...
sütü bitirdi, baba dedi bana verdi. şimdi de ağzını sildi peçeteyle. küçük bir insan, o, duru... benim küçük duru'm...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)









